Türkolog (Türklük bilimi uzmanı) ve Türk Dil Kurumu (TDK) eski Başkanı Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, Ondokuz Mayıs Üniversitesinde (OMÜ) düzenlenen “Türk Dilinin Tarih Evrelerindeki Evreleri” başlıklı konferansta Türk dilinin farklı dönemlerdeki serüvenini katılımcılarla paylaştı.
OMÜ Türk Edebiyatı ve Şiiri Araştırmaları Topluluğunca organize edilen ve OMÜ Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenlenen konferansı; Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bekir Batı, Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Şahin Köktürk, akademisyenler ve öğrenciler büyük bir ilgiyle takip etti.
Konferansın açılış konuşmasında söz alan Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Serkan Şen, Türkolog Tahsin Banguoğlu’nun “Türkçe soylu bir dildir” ifadesine atıfta bulunarak “Bu soylu oluş, Türkçenin; hem tarihî açıdan son derece eski bir vaziyet arz etmesine hem de içerik manasında önemli zenginlikleri barındırmasına işaret eder. Ömrünü Türk’ün metin coğrafyasında seyahatlere adamış Ahmet Bican Ercilasun Hocamız, Türkçenin gelişme ve yayılma alanlarına yönelik yapmış olduğu çalışmalarla bugün Türkoloji’nin yaşayan en önemli bilgelerinden biridir. Yıllar boyu ortaya koyduğu çalışmaları, sadece ilmî manada ilgilileri buluşturmamış, bunun yanında edebî manada da romanlarıyla gençliğe bir istikamet vermeye, edebiyat zevkini aşılamaya gayret etmiştir.” dedi.
Türk Edebiyatı ve Şiiri Araştırmaları Topluluğunun Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’u Samsun’da görme isteklerini büyük bir memnuniyetle karşıladıklarını belirten Prof. Dr. Şen, konuk Türkolog Prof. Dr. Ercilasun ve katılımcıları “Yoğun programına rağmen talebimize teveccüh gösteren sayın Hocamız Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’a sizlerin adına, Samsun adına, Millî Mücadele’nin 100. seneidevriyesini yaşadığımız 2019’da Üniversitemiz adına buralara kadar geldikleri ve bizleri kırmadıkları için teşekkür ediyor, her birinize katılımlarınız için şükranlarımı sunuyorum.” sözleriyle selamladı.
“Kutlu bir yerdeyim. 100 yıl önce Atatürk, Millî Mücadele’yi buradan başlattı. Dolayısıyla bu duygularla heyecanlı ve coşkuluyum” diyerek sözlerine başlayan Türkolog Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, bütün dillerin tarih içinde geliştiğini ancak Türk milletinin tarihte pek çok milletten ayrıldığını belirterek “Biz bir türlü durduğumuz yerde durmamışız, bu bakımdan birçok milletten ayrılıyoruz. Örneğin Fransız milletinin bütün tarihi Fransa denilen topraklarda geçmiş. Yine İngilizler yani Anglosaksonlar 5. yy.’da Büyük Britanya Adası’na geçmiş ve o zamanda beri tarihleri bu adada geçiyor. Ama biz Türkler devamlı yer değiştirmişiz. Tarih öncesi dönemlerde - efsanelere dayanan dönemlerde – belki bizler daha batıdaydık. Kaşgarlı Mahmut’un Divanu Lügati’t Türk adlı eserinde Türklerle ilgili Şu Destanı var; bu destanın tek kaynağı Kaşgarlı’nın bu eseri ve Türkçeden Arapçaya bir sözlük. Şu Destanı’na göre Türkler bugünkü Özbekistan, Kırgızistan topraklarında bulunuyor. Milattan önce 330’lardan bahsediyoruz. Neden? Çünkü Şu Destanı’nda Büyük İskender, Türkistan’a ve Hindistan’a doğru geliyor. Bunun üzerine Türkler bu bölgeden epey doğuya yani Altay Dağları’na gidiyorlar. Demek ki bilinmeyen devirlerde daha batıdaymışız. Hatta daha da batıda olabiliriz, neden? Zira Türkçe ile Sümerce arasındaki ortak kelimelerden hareketle bunu söylüyorum. Dil bilginimiz Osman Nedim Tuna, Sümerce ile Türkçe arasında 160’tan fazla kelimenin ortak olduğunu söylüyor. Bu ortaklık sadece sesçe benzerlik ve yakınlık açısından değil, aynı zamanda da anlam bakımından söz konusu. 3-5 kelimenin yakınlığı tesadüfle açıklanabilir ancak bu benzerlik 50’yi aşarsa bu artık imkânsız hâle gelir. Dolayısıyla Osman Nedim Bey’in tespit ettiği 167 kelimeden 50’si bile doğru olsa Sümerce ile Türkçe arasında bir kelime alışverişi olduğu ortaya çıkar. Sümerce Türkçedir ve yahut Sümerler Türk kökenlidir demiyor Osman Nedim Tuna, ben de bunu söylemiyorum ama en azından bir kelime alışverişi olduğu görünüyor. Kaldı ki eski Yunan kaynaklarında da hem Sakalarla ilgili bazı kayıtlar hem de daha sonra yani milattan sonraki 1. ve 2. yy.’daki kimi kayıtlar Türklerin Karadeniz’in kuzeyinde yaşadıklarını da gösteriyor.” bilgisini paylaştı.
Türkçenin bilinen yazılı tarihinin ilk örnekleri olan Orhun Anıtları’ndan bahseden Türkolog Ercilasun, bu metinlerin özelliklerine değinerek şunları kaydetti: “Bu metinler, estetik olarak da kavramlar olarak da o kadar ileri derecede gelişmiş metinler ki Batılı ve Türkiyeli Türkologlar da ‘Mutlaka bu yazılı dilin öncesi olması lazım’ diyorlar. Batılı Türkologlar biraz cimri davranıyorlar; işte ‘200 yıl kadar öncesi’ olabilir değerlendirmesinde bulunuyorlar yani Köktürklerin kuruluşuna kadar. Hatta Türkçenin mühim bir etimoloji sözlüğünü yazan Türkolog Clausen ‘İstemi Kağan zamanında Bizans’a elçi gönderildi. Köktürk harfleri işte bu ihtiyaçtan dolayı o zaman icat edildi’ diyor. 570’lerde İstanbul’da Köktürk atlılarının dolaştığını biliyor muydunuz? Aylarca İstanbul’da kalıyorlar. Clausen de bundan hareketle böyle bir çıkarımda bulunuyor. Türkiyeli bazı Türkologlar ise bu metinlerin milat yıllarına kadar gitmesi gerektiği görüşündeler. Örneğin Orhun Abidelerde Bilge Kağan’ın, kardeşi Kültigin’in ölümü üzerine dile getirdiği o kadar güzel lirik ifadeler var; dolayısıyla Türkçe daha önceki yüzyıllarda işlenmiş olmalı. Ayrıca şunu da vurgulamak gerekir ki Doğan Aksan Hocamızın tespit ettiği gibi Orhun Anıtları’ndaki kelimelerin yüzde 30’tan fazlası soyut kavramları anlatıyor. Dolayısıyla bu soyut kavramlara bakarak Orhun Abidelerindeki dilin çok gelişmiş bir mahiyete sahip olduğunu ve epey önceden özenle işlendiğini anlayabiliriz.”
Konferansında Türkçedeki vurgu ve tonlamanın önemi üzerinde duran Türkolog Prof. Dr. Ercilasun, kendisini dikkatle dinleyen katılımcı gençlere şu tavsiyelerde bulundu: “Türkçe konuşurken bunlara çok dikkat edelim. Kimler konuşuyorsa güzel Türkçeyi, onların konuşmalarına kulak verelim, vurgu ve tonlamaya özen gösterelim. Çünkü doğru dürüst bir vurgu ve tonlama olursa meramımızı çok daha iyi anlatır ve karşımızdakine ne demek istediğimizi aktarırız. Aynı şekilde yazı dilinde güzel bir Türkçe kullanmak istiyorsak dilimizi güzel kullanan ve işleyen yazarları okuyacaksınız. Türk gramerinin kurallarını öğrenmek, güzel yazı yazmak için hiçbir şey ifade etmez. Bir dilci olarak söylüyorum: Kurallarla güzel Türkçeyi kazanamazsınız. Güzel Türkçeye; yazıda dilimizi iyi, ustaca işleyen ve kullanan edebiyatçılarımızı okuyarak sahip olabilirsiniz ve elbette alıştırmalar yaparak. Konuşmada da Türkçeyi güzel ve etkili konuşan kişileri dinleyerek buna ulaşabilirsiniz.”
Her Türk dil bilimcisinin tarihi çok iyi bilmesi ve tahlil etmesi gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Ercilasun, yine bir başka Türkolog Faruk Sümer’in “Oğuzlar” adlı kitabını hatırlatarak, içerdiği değerli bilgilerle bu eserin her Türk aydınının başucunda olmasının elzem olduğunu dile getirdi. Sunumunda Türklerin topyekûn Müslüman olmasında Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han’ın rolüne işaret eden Ercilasun devamında “Satuk Buğra Han Türk tarihinin en büyük devrimcisidir; din değiştirmiştir, bundan daha büyük devrim mi olur? Aslında bizim 19. yy.’daki çağdaşlaşma hareketimiz ne ise Satuk Buğra Han’ın bu kararı da o dönem için bir devrim niteliğinde. Çünkü Farabilerin, İbni Sinaların İslam dünyası, o dönemin çağdaş dünyasıydı. Bir başka deyişle Satuk Buğra Han bu kararıyla o dönemin çağdaş dünyasına girdi. Türkler öyle çok da muhafazakâr bir millet değil, son derece çağdaşlığa açık bir millettir. Tabii bu çağdaş dünyaya girmek, adım atmak çok önemli. Zaten en büyük Türk devletleri bu dönemden ortaya çıkıyor.” değerlendirmesinde bulundu.
1071 yılındaki Malazgirt Zaferi’yle Oğuz Türklerinin dünyanın bir numaralı gücü hâline geldiğine işaret eden Türkolog Ercilasun, 1072’de Divanu Lügati’t Türk’ü yazmaya başlayan Kaşgarlı Mahmut’un da bu durumu “Tanrı devlet yularını Türklerin eline vermiştir” şeklinde ifade ettiğine dikkat çekerek bunun Türk dili açısından yansımalarını şu sözlerle sürdürdü: “Selçuklular yani Oğuz Türkleri Türkçeyle metin oluşturamadıkları için Türkçe yazmıyorlar. Hepiniz de kızıyorsunuz Mevlana’ya Türkçe yazmadığı için. Yine Genceli Nizami’ye de kızacaksınız zira Türkçe yazmıyorlar. Kısaca bir makale, bir şiir, bir kitap yazmayı bilmediklerinden dolayı yazamıyorlar; ana dilde konuşmak başka, bir kitap ya da makale yazmak farklı şeydir. İşte Mevlana, Genceli Nizamı bu durumdaydı. Ne yapsınlar? Hazır buldukları Arapça ve Farsçayı kullandılar, buna mecburdular. Ama mucize ondan sonra oldu; Cengiz Han ortaya çıktı. Cengiz Han’ın kurduğu devlete Moğol devleti dersek eksik söylemiş oluruz. Onun kurduğu devlet bir Türk-Moğol devletidir, kendisi de Moğol’dur ama kurduğu devletin ahalisinin en azından yüzde 80’i, ordusunun en azından yüzde 80’i, yine bürokrasinin yüzde 90’ı Türktür. İşte Cengiz Han’ın oğullarıyla batıya yürüyüşü, Türkistan’da kalmış diğer bütün Oğuzları tekrar Azerbaycan’a ve Anadolu’ya sürdü. Diyebilirim ki Malazgirt’ten sonraki göçle gelen Türklerden daha fazla Türk boyu bu coğrafyaya geldi ve bu göç, dil tarihimiz açısından bir mucize doğurdu. Biliyorsunuz beylikler kuruldu ve bu beyliklerin başındaki beyler; bilim adamlarını, sanatçıları, edebiyatçıları çevrelerinde topladılar. Bu beyler Arapça ve Farsça da bilmiyor ve bu dilleri bilen kişileri etraflarında toplayarak kitapların Türkçeye tercüme edilmesini sağlıyorlar. Böylece 13. yy.’da bizim Oğuzların konuştuğu dilden yani Oğuz ağzından yeni bir edebî dil ortaya çıkıyor, yeni bir yazı dili kendini gösteriyor; yani Yunus Emrelerin, Âşık Gariplerin dili.”
Oluşan bu dilin 13. yy.’dan bugüne kadar geldiğini söyleyen Ercilasun, o dönemlerde sanat eserlerinde yer yer çok ağdalı bir dilin kullanıldığı kaydederek “Osmanlı devrinde on binlerce eser verilmiş ancak bu eserlerin yüzde 10’u bu ağdalı dille yazılmış, geri kalanı bildiğimiz sade dille yazılıyor. Örneğin Kanuni aynı zamanda büyük divan şairi, şiirlerinden okursanız biraz zor anlarsınız ama sarayında o dille mi konuştuğunu sanıyorsunuz, aynı şekilde Yavuz Sultan Selim’in yahut Barbaros Hayrettin Paşa’nın. Kanuni şiirinde şems (güneş) tulu etti derken, sarayında aynı bizim gibi ‘güneş dogdı’ diyordu, ‘dogdı’ derken sadece ilk ve son hecedeki sesler farklılık gösteriyordu. Osmanlı, kullandığı dile Türkçe diyordu. Osmanlıca terimi 1850 yılında ortaya çıkıyor, Ahmet Cevdet Paşa’nın Kavaidi Osmaniye kitabıyla.” diye konuştu.
Türkolog Ahmet Bican Ercilasun, konferansında 20. yy’ın ikinci yarısındaki Sovyet hâkimiyetiyle Türk topluluklarının bölündüğüne de değinirken “Türkler zaten kendileri bölük bölük bölünüyorlar. Böyle bölünürsen yerler tabii seni. Önce kendi kendimize yapıyoruz, sonrasında düşman devreye giriyor. Rus egemenliği de boy ağızlarını ayrı edebî diller hâline getiriyor. 20. yy.’ın ilk yarısında tamamlanıyor bu süreç. Keza bugün Türkçenin 20 edebî dili var. Türkçe bugün milyonlarca tirajlık gazetelerde, 24 saat yayın yapan radyo ve televizyonlarda, yüz binlerce tirajlık kitaplarla tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir gürlük, bir gümrahlık içinde bu kadar geniş bir coğrafyada yazılıyor, söyleniyor, okunuyor. Onun için gelecekten ümidinizi kesmeyin. Ne oluyor bu Türkçeye diye de hiç tasalanmayın, Türkçeye bir şey olmaz, eğer bize bir şey olursa Türkçe gider.”
Konferansta Ercilasun, öğrencilerin merak ettiği konular ve sorduğu sorulara bilgi birikimi ve tecrübesiyle de açıklık getirdi.
Konferansının ardından Türkolog Ercilasun’a, Prof. Dr. Serkan Şen tarafından adını Üniversitede yaşatacak fidanın sertifikası takdim edildi. Türkçenin bilge hizmetkârı Ercilasun, kitaplarını da akademisyen ve öğrenciler için imzaladı.