Merkez Kütüphanede “Farklı Disiplinler Açısından İklim Okuryazarlığı” Paneli
09 Aralık 2024, Pazartesi - 14:24
Güncelleme: 09 Aralık 2024, Pazartesi - 14:24

Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Merkez Kütüphanesi, “Akademyada Okuryazarlık Buluşmaları-4” adlı panele ev sahipliği yaptı.

Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanlığının organizasyonunda Merkez Kütüphane bünyesindeki Seminer Salonu’nda yapılan etkinliği; Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Mahmut Yaran, Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanı Uğur Donbay ile Kullanıcı Hizmetleri Akademik Danışmanı Öğr. Gör. Ethem Olukcuoğlu, farklı bölümlerden akademisyen ve öğrenciler takip etti.

Moderatörlüğünü Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Senem Gürkan’ın yaptığı panelin konuşmacıları; Mühendislik Fakültesi Kimya Mühendisliği Bölümünden Doç. Dr. Gediz Uğuz, Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümünden Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Tütüncü ile İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Arkeoloji Bölümünde Arş. Gör. Dr. Michael Deniz Yılmaz’dan oluştu.

Her panelde farklı bir tema üzerine kurgulanan “Akademyada Okuryazarlık Buluşmaları” dizisinin dördüncüsünde bu kez “Farklı Disiplinler Açısından İklim Okuryazarlığı” konusu işlendi.

Doç. Dr. Gürkan: “İklim, disiplinlerarası çalışmalara öncülük eden konulardan biri”

Panelin açılışında konuşan moderatör Doç. Dr. Senem Gürkan, iklimin disiplinlerarası çalışmalara öncülük eden konulardan biri olduğunun altını çizdi. “Cinsiyetçilik” ve “İklim Değişikliği” konusuna dikkat çeken Gürkan, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığınca yayımlanan ve 2024 – 2028 yılları arasını kapsayan “Kadının Güçlenmesi Stratejisi ve Eylem Planı”ndaki politika eksenlerini anlattı.

Önceki eylem planından farklı olarak bu plana, iklim çerçevesinde çevre ve iklim değişikliği konusunun eklendiğini belirten Doç. Dr. Gürkan, “Eylem planında 5 tane politika ekseni bulunmakta. Bunlar; ‘Eğitim’, ‘Sağlık’, ‘Ekonomi’, ‘Liderlik ve Karar Alma Mekanizmalarına Katılım’, ‘Çevre ve İklim Değişikliği’. Uluslararası ve uluslarüstü yapılanmalara atıfla oluşturulan bu belgede özellikle kadınlara ve kız çocuklarına, iklim değişikliği ve karbon ayak izi konularında ayrıntılı olarak yer verilmeye çalışılmıştır. Bizler, bu konulara daha fazla eğilmeye başlamalıyız. Buradan yola çıkarak panelimizin temasını adlandırmaya çalıştık.” dedi.

Panelin ilk konuşmacısı Doç. Dr. Gediz Uğuz, “Yeşil Kimya, Sıfır Emisyonlu Teknolojilerin Önemi” başlıklı sunumunda emisyonun (yayılım, salınım), her türlü üretim faaliyeti sonucunda kirliliğe yol açan bir süreç olarak çevreye yönelik zararları üzerinde durdu.

Sıfır emisyonlu teknolojiler mümkün mü?

Sıfır emisyonlu teknolojilerin temelinde mükemmeliyetçi ve ideal bir algının yattığına işaret eden Doç. Dr. Uğuz, devamında şunları kaydetti:

“Bir üretim faaliyetinde ne kadar minimum atık çıkarılsa da bu hiçbir zaman sıfırlanamayacak. Burada önemli olan nokta, sıfır emisyonlu teknolojilerde çevreye yönelik zararın en aza indirilmesi. Üreticiler ve tüketiciler olsun, mühendisler veya eğitimciler olsun, herkes üretim sürecinde emisyonun minimizasyonu için çaba göstermeli ve son yıllarda sanayiciler, bu konuda sürdürülebilirlik kapsamında çok önemli adımlar atmakta. Peki karbon emisyonu sorununun günahkârı endüstri mi? Evet endüstri ve dolaylı olarak da bilinçsiz tüketim. Tüketim ne kadar fazlaysa bizler o kadar üretmek zorundayız. Üretmek için en temel kaynak enerji ve enerjide de ne yazık ki fosil yakıtlara bağımlıyız.”

Doç. Dr. Uğuz: “Moda endüstrisi çok fazla atık üretip ve yine çok fazla karbon ayak izi bırakıyor”

Sunumunda 12 temel ilkeyi barındıran “yeşil kimya” kavramına değinen Doç. Dr. Uğuz, bu kavramın, çevre dostu sürdürülebilir kimyasal üretim yöntemlerini teşvik eden bir disiplin olduğunu vurgulayarak, “Bütün bu ilkelere uymak; iklim değişikliğini önlemenin yanı sıra, havanın kalitesini arttıracak, yani insan sağlığına etki edecek. Ayrıca kaynak verimliliğini sağlayacak. Enerjide bağımsız olmaya, sürdürülebilir şehirlerin ve altyapıların geliştirilmesi ile biyoçeşitliliğin korunmasına katkı sunacak. Burada moda endüstrisine dikkat çekmek istiyorum, çünkü bu sektör çok fazla atık üretip ve yine çok fazla karbon ayak izi bırakıyor. Nitekim Birleşmiş Milletler Çevre Programı tarafından hazırlanan bir raporda moda sektörünün, iklim değişikliğini ve ekolojik krizi en çok etkileyen alanlardan biri olduğu vurgulanıyor.” şeklinde konuştu.

Diğer panelist Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Tütüncü de “Şehirlerde İklim Değişikliği ile Mücadelede Bitki Genetik Kaynaklarının Rolü” adlı sunum doğrultusunda katılımcılara hitap etti.

Dr. Öğr. Üyesi Tütüncü: “Doğayı kendimize uydurmaya çalıştıkça aslında ekosistemi bozuyoruz”

Dr. Öğr. Üyesi Tütüncü, konuşmasında günümüzde insanın doğayı ve ekolojik sistemi kendine adapte etmeye çalıştığına işaret ederek, “Bizler doğayı kendimize uydurmaya çalıştıkça aslında ekosistemi bozuyoruz. Dolayısıyla bu ekosisteme, yani yaşadığımız yere bizlerin adapte olması lazım. Bu sistemin dışında kalsak bile en azından onunla çatışmayan bir konumda olabilmeliyiz ki iklim değişikliği ile mücadele edebilelim, ama yaptığımız her hamle ekosisteme zarar veriyor. Çünkü insanoğlu bu sistemin bir elemanı değil. İnsan ömrü ortalama 70-80 yıl. Dünyaya baktığımızda kaç buzul çağı atlatmışız, yani dünyamız kaç kere donmuş, tekrar geri çözülmüş. Hangi türler hayatta kalmış, hangi türler yaşamını devam ettirmiş. Biz o türlerden sadece biriyiz. Yani bu dünyada misafir olduğumuzu unutmuş durumdayız.” değerlendirmesinde bulundu.

“Eğer senaryo gerçekleşip bu bölge çölleşirse bitki genetik kaynaklarını kaybedeceğiz”

Sunumunda, iklim değişikliği senaryolarında Akdeniz Havzası’nın çölleşeceğinin öngörüldüğünü hatırlatan Ziraat Fakültesi akademisyeni Tütüncü, bu sürece ilişkin şunları dile getirdi:

“Akdeniz Havzası, doğası gereği önemli bitkisel genetik kaynaklara sahip. Dünyada ticareti yapılan yaklaşık 80 meyve türünün 60’ının orijini bu topraklara ait, keza sebzelerde de öyle. Eğer senaryo gerçekleşip bu bölge çölleşirse bitki genetik kaynaklarını kaybedeceğiz. Ülkemiz bitkisel çeşitlilik olarak 12 bin türü barındırıyor. Bu oran tüm Avrupa kıtasında ise 4 ila 5 bin civarında. Bir de sadece Türkiye’de yetişen ve başka hiçbir yerde bulunmayan endemik bitkiler var ki bu da 3 bin 500 – 4 bin arasında. Yani Türkiye, bütün Avrupa kıtasındaki bitki çeşitliliği kadar endemik bitkiye sahip. Gerçekten cennet gibi bir ülkede yaşıyoruz, böylesine doğal bir hazineye sahibiz, ama bu çeşitliliği maalesef koruyamıyoruz. 12 bin bitki türüne sahip olmamıza rağmen hâlâ dış mekânda kullanmak için egzotik türleri ithal ediyoruz. Neden ithal ediliyor? Çünkü moda, insanlar öyle istiyor. Kısacası bitki genetik kaynakları hayati bir öneme sahip, zira iklim değişikliğinde doğru bitkiyi doğru kullanmalı ve bu kaynakları muhafaza etmeliyiz. Bu bitkiler, zaten doğal olarak iklimsel değişikliğe adapte oluyorlar. Ziraat mühendisleri de kuraklığa ve hastalığa dayanıklı yeni çeşitler üreterek insanlığı beslemek için mücadele ediyor. Aslında tarımsal üretim iki dünyayı da besler, ancak yüzde 75’i atık hâle geldiği için yetmiyor.”

Arş. Gör. Dr. Yılmaz “Arkeoloji diğer birçok disiplinle ortak çalışmak zorunda”

Panelistlerden Arş. Gör. Dr. Michael Deniz Yılmaz ise iklim değişikliğinin arkeolojik alanlar ile kültürel mirasa yönelik etkilerinden bahsederek şunları söyledi:

“Kurak bir iklime ve geçirimsiz bir tabakaya sahip bir coğrafya, fazlaca yağış almaya başladığı zaman topraktaki bakteriler üreyerek buradaki kültürel miras unsuru olan organik malzemenin çürümesine ve dolayısıyla günümüze kadar ulaşmasına engel oluyor. Tam tersi durumda, yani yağışlı yerler kurak hâle geldiğinde ise gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı artacağı için arkeolojik alanlardaki yapıların ana maddesi taşlar, mekanik kırılmayla dağılmaya başlıyor. Bunların yanı sıra, liken (yosun) oluşumları da arkeolojik araştırmaları olumsuz yönde etkiliyor. Bu anlamda arkeoloji, insanın geride bıraktığı bütün kültürel unsurları, maddi bütün kalıntılarını inceleyen ve gelecek nesillere aktaran bir bilim dalı olduğu için diğer birçok disiplinle ortak çalışmak zorunda. İklim değişikliğinin arkeolojik alanlarda yol açtığı bahsini ettiğimiz etkiler ve getirebileceği diğer etkiler göz önüne alınıp, çalışmaların bu değişikliklere göre ilgili disiplinlerden destek alınarak gerçekleştirilmesi gerekmekte.”

“İklim değişikliğinin kayaçlara ne tür etkileri olabileceğini bilmemiz lazım”

Arkeologların, doğal seleksiyon (seçilim) sonucunda oluşan kayaçları bilmesinin elzem olduğunu belirten Arş. Gör. Dr. Yılmaz, “İklim değişikliğinin hangi kayaçlara ne tür etkileri olabileceği bilmemiz lazım. Arkeolojik alanlardaki kalıntılar, söz konusu coğrafyanın 2 bin yahut 3 bin yıl öncesinin ayakta kalan yapıları. Yani buralarda en uygun olduğu düşünülen kayaçlar seçilerek mimari yapılar inşa ediliyor, ama iklim değişikliğiyle birlikte bu kayaçların uygunluğu değişmiş durumda oluyor. Bunlardan başka, buzulların erimesi ve deniz seviyesinin yükselmesi sonucunda liman kalıntıları ve antik yerleşimler gibi kültürel miras alanları da deniz altında kalabiliyor.” diye konuştu.

Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanı Uğur Donbay’ın, katkılarından ötürü katılımcı her bir akademisyene teşekkür belgesi takdim etmesi ve hatıra fotoğrafı çekimiyle panel sona erdi.

X
Secure Login

This login is SSL protected